Sezarın Hakkı (1)

“Sezar’ın hakkı Sezar’a…” gittikçe daha çok duyduğum; günlük konuşmalarda, gazete ve televizyonda rastgeldiğim bu deyişin daha henüz gerçek anlamında kullanıldığına tanık olmadım.

“Sevmesen de, beğenmesen de; iyi bir şey yaptıysa hakkını teslim et” anlamında kullanılan bu deyiş muhtemelen “yiğidi öldür, hakkını ver” atasözüne benzetilerek bu hale gelmiş. Hoş o da esasen “yiğidin hakkını yiyeceğine öldür daha iyi” gibi bir anlam ifade eder ya neyse, dil yaşayan bir varlıktır, yaygın kullanılan anlamlar her zaman galip gelir.

“Sezar’ın hakkı Sezar’a” deyince akla doğal olarak en meşhur Roma İmparatorlarından ve sayısız sanat eserine konu olmuş Jülyus Sezar geliyor. Bu deyiş, duyunca bu adam öyle hakkı verilmeyen biriymiş gibisinden insanda merak uyandırsa da, aslı Markos İncili’nde geçer “12:17”, orijinal Latincesi “reddite igitur guare sunt Caesaris Caesari et quae sunt Dei Deo” yani Sezara ait olanı Sezara, Tanrı’ya ait olanı Tanrı’ya ver.

Sezargiller

Sözün gerçek anlamını açıklamak için Sezar derken kimin kastedildiğini açıklamak gerekir. Tam adıyla Gaius Jülyus Sezar ( lat. GAIVS IVLIVS CAESAR ) ; Batı medeniyetinin temeli olan Roma İmparatorluğu’na damga vurmuş, en tanınmış tarihi kişilerdendir. Kendi yaşadığı dönemde de muzaffer bir komutan, cumhuriyet rejimini fiilen sona erdirererek ölene kadar hükümdar ilan edilen güçlü bir devlet adamı, öldüğünde Senato tarafından Tanrı mertebesine yükseltilen kudretli bir şahsiyetti.

Sezar isminin etrafındaki tılsım o kadar güçlüydü ki, kendisinden sonra tahta çıkan evlatlığı ve varisi olan Augustus, “Caesar”‘ı da ismine ekler. Dahası Augustus, kendi üvey oğlu ve varisi Tiberius Claudius Nero’nun adını da Tiberius Julius Caesar olarak değiştirir. Şüphesiz meşrutiyetini artırmak ve köklü Jülya (lat. Iulia) ailesinin bağlantılarından faydalanmak için böyle bir yola başvurmuştu.

Aslında “Caesar” o zaman alışılageldiği üzere Jülyus Sezar’a aileden geçen bir tür lakaptı. Latince kesmek anlamına gelen “caedere” fiilinden türeyen bu kelime, “karnı kesilerek doğan çocuk” için kullanılıyordu. Muhtemelen , bir atası bu yolla dünyaya gelmesiyle “caesar” lakabını (lat. cognomen) almıştı. Bu tür doğumlara Fransızca’da Latince aslına benzer biçimde “césarienne” denir, yani günlük dilimize girdiği şekliyle “sezaryen”. Yanlış bir şekilde, Jülyus Sezar bu yöntemle doğduğu için sezaryen ismi verildiği sanılır. İşin aslı sezaryen ismi Jülyus Sezar’dan geliyorsa bile Iulia klanının ilk Sezar isimli üyesi kesinlikle ünlü Jülyus Sezar değildir, yani Jülyus Sezar bu lakabı devralmıştır. Kendisi sezaryenle doğmamıştır.
Sezar lakabının kökenine dair bazı alternatif rivayetler de mevcuttur. Mesela, 4. yy.’da yazılmış Historia Augusta’da geçen ve yine 4. yy.’da yaşamış dilbilimci Servius’un yorumunda belirttiği üzere, “caesar” lakabı, lakap sahibinin bir fili öldürmesine atıfta bulunularak Kartaca dilinde fil anlamına gelen “caesa”‘dan türemiş de olabilir.

Fatih Sultan Sezar

Kökeni ne olursa olsun, bir aileyle özdeşleşen bu isim, bir imparatorluğa dönüşen ve hanedanlar tarafından yönetilmeye başlayan Roma’da bambaşka bir anlam kazanacaktır. Dördüncü imparator Cladius da tahta çıktığında bir geleneğe dönüştüğü üzere “Caesar” ünvanını alır.  Zamanla Caesar hükümdarla özdeşleşen bir kelime haline gelir.

Avrupa ve Akdeniz’e hakim olan ve insanlık tarihinin temel taşlarından biri olan Roma İmparatorluğu yıkılsa bile, hükümdar anlamına gelen Caesar ismi belleklerden kaybolmaz. Özellikle Alman ve Slav dillerinin konuşulduğu geniş bir coğrafyada bazı değişikliklerle varlığını sürdürür. Birleşik Almanya imparatorlarının, Almanya’nın kuruluşundan krallığın yıkıldığı I. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar Kayzer ünvanı aldığını görürüz. Aynı şekilde Rus imparatorlarının ismi olan “çar” da “caesar“‘dan gelmektedir.

Sezar isminin prestiji o kadar kuvvetlidir, Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethederek Doğu Roma İmparatorluğu’nu sona erdirdiğinde “Kayser-i Rûm” yani Roma’nın Sezarı ünvanını da ünvanları arasına ekleyerek Osmanlı Devleti’nin Roma’nın varisi olma iddiasını ortaya koymuştur. Ölmeden önceki son fetih girişimi de İtalya’ya olacaktır.

“Sezar” kelimesinin imparator yerine kullanılması sadece Avrupa’yla sınırlı kalmaz, Urduca ve Hintçe’de de yer almaktadır. Öyle ki, Büyük Britanya’nın Hindistan’a hakim olmasının ardından buna dayanarak “Kaisar-i Hind” ünvanı yaratılmıştır. İlk olarak  Kraliçe Victoria tarafından 1876 yılında kullanılan Hindistan İmparatoru anlamındaki bu ünvan Hindistan’da İngiliz hakimiyetinin sona erdiği 1947’ye dek tedavülde kalır.

Bir aile ismi olarak serüvenine başlayan “sezar”, zamanla Roma imparatorlarının ünvanına ve devamında daha geniş bir anlama kavuşur. İncil’de geçtiği şekliyle “Sezar’ın hakkı Sezar’a..” derken Sezar; meşru hükümdar, kral, imparator anlamında kullanılmıştır.  Peki devamı ne anlama geliyor diyecek olursanız, onu da bir sonraki yazıda açacağım.

Konyak mı Kanyak mı?

 

Tekel Kanyak, gastronomik bakımdan özel olmasa da nostaljik değeri olan bir içki-ydi. Ne yazık ki, Tekel’in özelleştirilmesinden sonra üretimi durduruldu. Ben de Tekel Kanyak şişesini daha ilk görüşümde nice tekrarlanmış bir tartışmaya girmekten kendimi alamamıştım: Kanyak mı denir, konyak mı?

Şişenin üstünde büyük puntolarla kanyak yazıyor olması, kanyak taraftarlarının elini kuvvetlendirse de, öyle fazla genel kültüre gerek yok, bir kaç sayı olsun Tommiks okumuş herkesin bildiği üzere bu içkini adı konyaktır. Ne de olsa Tommiks’in ayrılmaz dostlarından Konyakçı aslında bir tür brendi olan bu içkinin adını kafalara kazımıştır.

 

A.O.C Bordo Şarabı

Konyak, adını Fransa’nın güneybatısındaki Cognac şehrinden almıştır. Dahası,yasal düzenlemeler sonucu ancak belli yöntemlerle, belli bir cins üzümden ve yine sınırları belirlenmiş bir bölgede üretilen brendiler “cognac” ismini alabilir.
Fransızca “appellation d’origine contrôlée” (tr. denetimli menşei isimlendirmesi) kısaca AOC olarak geçen bu sınıflandırma sistemi, ürünlerin belirli coğrafi bölgerde, o bölgeye özgü uzmanlıkla üretilmesini gözetir. Günümüzde peynirden zeytine birçok ürün AOC sınıflandırmasına sahipse de, bu yasal statü ilk olarak Fransız şarapları için çıkmıştır. En başta Fransa’nın Bordeaux şehriyle özdeşleşen bordo şarapları.

Aynı şekilde, Fransa’nın kuzeydoğusunda yer alan Champagne bölgesi, iki ayrı fermantasyon sonucu elde edilen özel bir şarap türünün doğduğu yerdir. Türkçe’de de bu bölgenin adıyla, “şampanya” olarak bildiğimiz bu şaraplar, yalnızca Champagne‘da üretilirlerse etiketlerinde şampanya ismini kullanabilir. Aynı yöntemle başka yerlerde üretilen şaraplar köpüklü şarap olarak anılır. Her ne kadar günlük kullanımda şampanya köpüklü şarapların genel adı olarak kullanılsa da, bir şarap için resmen şampanya isminin kullanılabilmesi belirli kurallara tabidir.
Konyak da, aynı şampanya gibi AOC kapsamındadır. Cognac yöresinde yapılan brendinin zamanla oranın ismiyle anılmaya başlanmasının yanı sıra,günümüzde  bir brendinin konyak ismini taşıyabilmesi yine belirli kurallara, en başta Cognac bölgesinde üretilmesine, bağlanmıştır. Tekel ise, bu sınırlamayı ürettiği içkiye konyak yerine kanyak diyerek aşmayı tercih etmiş. Kan-yak adınının, kanyağın insanın içini ısıtmasıyla bilinen bir içki olması itibariyle yakıştırıldığı düşünülebilir.

 

İçkiye ismini gediklisi koyar

AOC sınıflandırması 1935’de yürürlüğe girerek büyük Fransız içkilerinin niteliklerini koruyan yasal bir statü oluşturuldu. Ancak bu tarihten çok daha önce de Champagne‘da üretilen köpüklü şaraplar şampanya, Cognac’da üretilen brendiler de konyak olarak bilinegeliyor, bu içkileri içenler, yani gedikliler, içtiklerini bu şekilde adlandırıyordu. Eğer rakı kültürüne aşinaysanız bir içkinin üretildiği yerin ismiyle özdeşleşmesi size garip gelmeyecektir. Zira Tekirdağ diyerek sipariş vermek  de Türkiye’de son derece olağan bir durumdur. Kastedilenin Tekirdağ rakısı olduğu ise açıktır.

Aslında Tekirdağ isimlendirmesi çok da eskiye dayanmaz. Fransa’dan getirilen şarap uzmanı Emile Bouffart’ın raporları doğrultusunda 1931’de  kurulan Tekel’in Tekirdağ fabrikasında  rakı üretimi tesisleri 1967’de faaliyete geçer. Zamanla Tekirdağ fabrikasında ve yörenin üzümleriyle üretilen Yeni Rakı serileri, rakıseverler tarafından özellikle aranır hale gelir.  Ağzının tadını bilenler arasında bir marka haline gelen tekirdağ rakısının resmen bir marka olması ve Tekirdağ ismiyle piyasaya sürülmesi için ise 2000 yılını beklemek gerekecektir.*

Kimbilir, markalaşma adına daha ciddi adımlar atılmış olsa belki de Tekirdağ ve benzeri içkilerimiz kendi ismiyle uluslararası bilinirliğe sahip olabilirdi.  Böylece ben de Yunan garsonla girdiğim rakı münakaşasından kurtulurdum. Artık o da başka bir yazıya.

*Rakı Ansiklopedisi, Tekirdağ Rakı Fabrikası maddesi

Not: AOP, yani “appellation d’origine protegée” (tr. korumalı menşei isimlendirmesi) ibaresine rastlarsanız kafanız karışmasın, bu AOC‘nin AB’deki dengidir. Ürünlerin isimlerinin tüm AB ülkelerinde korunması amacıyla 2009’da yürürlüğe girmiştir.

 

 

Türk Hindisi

Uzun zaman önce bir aile dostumuzun çiftliğini ziyaret ettiğimde daha önce rastlamadığım bir kümes hayvan görmüştüm. Sorunca Tokat tavuğu olduğunu öğrendim. İlginç, daha da ilginç olan ise sonradan öğrendiğim üzere Tokat tavuğunun Afrika kökenli olmasıydı. Numididae familyasına ait bu kanatlı hayvanlar Türkçe’de Tokat tavuğunun yanı sıra, gine tavuğu, iran sülünü ve genellikle de beç tavuğu olarak adlandırılırmış. Tokat tavuğu olarak anılmasında ötüşünün “tokat”ı andırmasının etkili olduğu söylense de şüpheyle yaklaşmakta fayda var, bir yakıştırma da olabilir.

Ancak Beç tavuğu deyince bir durmak lazım, çünkü Beç, Viyana’nın Türkçedeki eski ismidir ve aslen Sırpça’dan dilimize girmiştir. Afrika kökenli bir hayvan nasıl oluyor da Avusturya’nın başkenti Viyana ile özdeşleşebiliyor? Aslına bakarsanız bir kültürün yeni tanıştığı şeyleri, gerçek kökenini bilemediği için o şeyleri tanımasına vesile olan millet ve ülkelerin ismiyle anması ender değildir. Tam bu noktada daha iyi bir örnek için gelin Amerika’ya uzanalım.

Şükran Gününde Türkiye

“Türkiye” ve “hindi” kelimelerinin İngilizce’de sesteş olması, yani aynı kelimeyle (Turkey) ifade edilmesi, özellikle Amerikalılar tarafından sık sık kelime oyunlarına konu olur. Onlar için ilginç bir benzerlik olsa gerek. Malum, Şükran Günü’nde Kuzey Amerika’da geleneksel olarak hindi yenir. Özellikle geçtiğimiz yıl Şükran Günü arifesinde bir Rus savaş uçağının Türkiye tarafından düşürülmesi, bu minvalde “espri”lere çokça malzeme vermişti.

Bizde ise nedense Mısır ya da Hindi-stan ile yapılabilecek benzer kelime oyunları pek görülmez. Eğer kültürümüzde önemli bir yeri olan bir yiyecek, mesela “döner” adında bir ülke olsa, kayıtsız kalmak şüphesiz daha zor olurdu.

Sadede gelirsek, Türkiye ve hindi kelimelerinin İngilizce’de “Turkey” olarak söylenmesi aslında bir tesadüf değildir, İşin aslı Türkçedeki hindi ve Hindistan benzerliği de tesadüf değildir.

İngilizce’de hindinin neden Türkiye ile aynı isme sahip olduğuna dair birkaç teori olsa da, hindinin Türk hindisi olarak tanındığı için böyle isimlendirildiği kesindir. Bu tür adlandırmalara az evvel de belirttiğim gibi çokça karşılaşılır. Örnek olarak, İngilizce’de hem porselen hem de Çin aynı kelime ile, “china” ile ifade edilir. Zira, porselenin keşfeden ve uzun süre üretimini elinde bulunduran, bu malzemeyi Avrupa’ya tanıtan Çinlilerdir.

Hindilerin doğal göç yolu: İstanbul

Burada birçoğunuz aklına “iyi de hindi ile Türkiye ne alaka” diye bir soru gelmiş olabilir. Gerçekten de Amerika kıtasına özgü bir hayvanın Türklerle özdeşleştirilmesi ilk bakışta gariptir. Tıpkı Afrika kökenli bir türün beç (Viyana) tavuğu olarak anılması gibi.

İngilizler bizim beç tavuğu dediğimiz hayvana günümüzde gine tavuğu (guinea fowl) derler, ancak bu her zaman böyle değildi. Eskiden, bu tavuğa türk tavuğu “turkey fowl” denirdi. Osmanlı’nın Doğu Akdeniz’e hakim olduğu devirde, İstanbul da Akdeniz’in önemli ticaret merkezlerinden biriydi. Büyük ihtimalle, İstanbul’da ya da İstanbullu tüccarlar aracılığıyla bu Afrika kökenli kanatlı hayvanlarla tanışan İngilizler, ona türk tavuğu ismini koymayı uygun görür.  Bunu, aslında Yemen çıkışlı olan bir kahve pişirme yönteminin de bugün dünyada türk kahvesi olarak bilinmesine benzetebiliriz.

Amerika kıtasının keşfiyle 16. yüzyılda daha önce bilinmeyen birçok yeni bitki türü ile birlikte Avrupa’ya taşınan hayvanlar arasında hindi de vardır. Hindi, her ne kadar Kuzey Amerika’ya özgü bir tür olsa da, gine tavuğuna olan fiziksel benzerliğinden ötürü Avrupalılar sıklıkla iki türü birbirine karıştırırlar. Hindiyi ilk defa gören İngilizler için bu yeni bir hayvan değil; bildik türk tavuğudur. Yani turkey fowl, kısaca turkey.

Hindinin ismindeki “Türk” bağlantısının illa ki Osmanlı’yı işaret etmeyebileceğini de vurgulamak lazım. Avrupalılar için Türk, aslında Yakındoğu’da yaşayan Müslümanların genel adıydı. Akdeniz’in bir başka önemli ticaret merkezi olan İskenderiye’ye Osmanlıların fethinden önce hakim olan Memlükler de pekala türk tavuğu isminin koyulmasında rol oynamış olabilir. Çünkü bu kanatlı, Mısır diyarına yabancı değildi; Beç tavuğuna Eski Mısır hiyerogliflerinde bile rastlandığı gibi bu tavuk İtalya’da halen gallina faraona yani firavun tavuğu olarak da bilinir.

Yerli malı yurdun malı

Ünlü Latin kökenli diller uzmanı Mario Pei* tarafından da dile getirilen bir diğer teoriye göre ise, “turkey” isimlendirmesi hindinin, her ne kadar Amerika kıtasından gelse de, İngiltere pazarına Osmanlılar tarafından sokulması sayesinde olmuştur. Bu teori ilk bakışta çok mantıklı görünmeyebilir ancak Amerika’dan gelmesine rağmen Türk adıyla bilinen tek şey hindi değildir. Mesela yeni dünyadan gelen tütün, Osmanlı topraklarında o kadar tutulmuş ve özellikle Balkanlar’da o derece yoğun yetiştirilmiştir ki türk tütünü diye bir tütün çeşidi ortaya çıkmıştır.

Peki ya türk buğdayı diye bir şey duymuş muydunuz? Amerika’dan gelen bu yeni tahıl türü daha 16. yüzyılın başında İspanya’da ekilmeye başlanmasına rağmen Avrupa geneline Osmanlı topraklarından yayılır.  Dolayısıyla, bu tahıl, başka isimlerinin yanı sıra birçok Avrupa ülkesinde türk buğdayı ( it. Granoturco, fr. Blé de turquie vb.) olarak bilinmeye başlanır.  Öyle ki botanik biliminin babalarından Leonhart Fuchs 1542’de yazdığı New Kreüterbuch isimli referans kitabında bu tahılın geliş yeri olarak Yunanistan(Balkanlar) veya Asya’yı işaret eder, yani Osmanlı topraklarını.

Belki de tahmin ettiğiniz üzere Avrupalıların türk buğdayı dedikleri bu tahıla biz halen mısır deriz. Şüphesiz bu isim bir ülke olan Mısır ile doğrudan alakalıdır. Venedikli tüccarların İspanyollardan alıp Akdeniz’e dağıttığı, diğer yandan Portekizlilerin Afrika’ya taşıdığı mısırın, Balkanlar’dan önce verimli Mısır deltalarında denendiğini varsaymak yanlış olmayacaktır. Hazır hindiden girip mısırdan çıkmışken, Konya ve çevresinde yerel ağızda hindinin muhtemel bir Mısır bağlantısıyla “mısırga” olarak anıldığını not düşmekte fayda var.

Sürgünde bir hindi

İngilizler, ister beç tavuğuyla karıştırmış olsun; ister Müslüman tüccar ya da çiftçilerden görmüş olsun hindiyi Türklerle özdeşleştirmişti. Ancak bizim buraların hayvanı olmadığı için Türklerin hindiye türk tavuğu gibi bir isim vermesi garip kaçardı doğrusu. Ona uzak diyarların; hintli, Hindistan’a ait anlamına gelen hindi ismini vermişlerdi.  Amerika’nın henüz keşfedildiği bir dönemde coğrafi konularda kafa karışıklığı olması olağan görülmelidir. Kristof Kolomb bile 1492’de yelken açtığında yeni bir kıta bulmayı beklemiyordu ve karayı gördüğünde sonunda Hindistan’a vardığını sanmış, dolayısıyla bugün Karayipler olarak bildiğimiz bölge Batı Hint Adaları adını almıştı. Eğer hindinin gerçekten Batı Hint Adaları’ndan veya civarından geldiği biliniyor olsaydı bile ona hindi denmiş olabilirdi.

Yine de büyük olasılıkla halk arasında hindinin gerçekten Hindistan’dan geldiğinin sanılıyordu. 16. yüzyılın başında Ümit Burnu’nu dolaşan Portekizliler Baharat Yolu’na alternatif bir ticaret ağı kurmuş, Hindistan ve ötesinden çeşitli egzotik baharat, yemiş, meyveyi hızla eski dünyaya taşımaya başlamıştı.  Yine Portekizli tüccarların getirdiği hindinin, pekala Hindistan’dan geldiği yanılgısına düşülebilir. Zaten hindiyi Hindistan’la özdeşleştiren sadece biz değiliz; birçok dilde hindi ismini Hindistan’dan alır: Fransızca dinde, Rusça indjuk, Lehçe indyk ve İbranice tarnegol hodu gibi.

Tabi hindiye herkes hindistan demez. Mesela Malezya’da hindinin ismi ayam belanda yani hollanda tavuğudur, buradan anlaşılacağı üzere muhtemelen oraya hindiyi ilk getiren Hollandalı tüccarlardı. Hollandalılar ise hindiye, dönemin önemli Portekiz ticaret limanlarından Hindistan’ın Kalikut (günümüzde Kozhikode) şehrine atıfla kalkoet ismini vermişti. Alem hindiyi Hintli sanarken,  Hinduca’da ise ilginç bir şekilde hindi, tarkee (Türkiye) demektir, bunu uzun süren İngiliz hakimiyetine ve etkisine bağlamak gerekir. Zira bazı Hintçe lehçelerinde ve Urduca’da hindi peru olarak bilinir. Bir kez daha bir ülke ismi, ancak yine hindinin anavatanı olan Amerika değil.

Aslına bakılırsa Hindistan’la yoğun ticaret bağı olan Portekizliler de hindiye peru der, bu adlandırmanın Portekizliler aracılığıyla Hindistan’a geldiğini düşünmek makuldür. Peki ya Portekizliler niye Peru der? Çok basit çünkü hindiyi onlarla tanıştıran İspanyolların taktığı isim peru tavuğuydu: galinha do peru. Peru bugün Güney Amerika’da bir ülke olsa da 16. yüzyılda İspanya’nın Güney Amerika boyunca uzanan ve hindinin yayıldığı toprakları da kapsayan kolonileri Peru Naipliği (Virreinato del Peru) yönetimindeydi ve Peru olarak anılıyordu. Hindinin değişik dillerdeki isimlerinin listelendiği wikipedia sayfasını ziyaret etmek için tıklayın.

Her milletin kendince adlandırdığı hindi, Amerika’nın keşfedildiği tarihte, Amerika’nın yerli halkları tarafından yüzyıllardır evcil bir hayvan olarak yetiştiriliyor ve yeniyordu. Öyle ki Aztek mitolojisinde salgın hastalıklar tanrısı Chalchiuhtotoli hindi suretine sahipti. Doğal olarak yerel halklar tanıdıkları ve kültürlerinin bir parçası olan bu hayvana kendi dillerinde isimler vermişlerdi. Maalesef yok olan halklar, dilleri ve kültürlerini de beraberinde götürür. Nihayetinde, Amerikalılar yerlilerden öğrendikleri bu hayvanı yerel isimlerle değil, ironik bir biçimde “türk” ismiyle anar. Yine de görmek isteyen için geçmişin izleri dilde yaşar, nitekim Meksika İspanyolcası’nda hindi anlamına gelen guajolote, Aztek dilindeki huehxōlōtl“dan yadigar kalmıştır.

 

Öz Yönetim de ne ola?

İspanya’dan kopmaya çalışan Katalanlar, Birleşik Krallık’tan ayrılmak isteyen İskoçlar, ve memleketimizin Kürtleri. Merkezi yönetimden ayrı yönetilmek isteyen halk ve toplumların hikayesi tarihin kendisi kadar eski. Son zamanlarda özyönetim başta olmak üzere bu konuda sıkça kullanılan terimler yüzünden kafası karışanları için siyasete girmeden, ancak tarihe ve hukuka ucundan bulaşarak açıklayıcı bir yazı yazmaya soyundum.

Kelimelerin gerçek anlamları kimi zaman göz ardı edilip, daha ziyade ne anlamda kullanıldıkları öne çıkabilir. Ancak kelimelerin terimleştiği ve gerçek anlamlarının kesinlikle daha önemli olduğu ender alanlardan biri hukuktur. Uluslararası hukuk da prensipte bu şekilde çalışır ve bir devletin ya da siyasi birimin ismi için kullanılan terimin bir sonuç doğurması beklenmelidir.

Lanet olası federaller

Günümüzde halen ulus-devletin uluslararası alandaki başat aktör olduğu kabul edilir, bu yazı ne devletin tanımını ne de ulus-devletin tanımını irdelemeyecek. Ancak devletlerin örgütlenme biçimlerini kabaca göz atmakta fayda var.

Devletler örgütlenme biçimine göre üniter(tekil) ya da federal olarak sınıflandırılabilir. Üniter devlet, Türkiye Cumhuriyeti örneğinde olduğu gibi devlet gücünün bir birlik gösterdiği, tek bir siyasi merkezin elinde olduğu yönetim biçimidir. Egemenlik iç ve dış hiçbir makama bağlı olmadan kullanılır, tek bir anayasa devletin tüm topraklarında kesintisiz olarak geçerlidir.

Federal devletlerde ise yetkiler merkez otorite ile diğer bölgesel, yan otoriteler arasında paylaşılmıştır. Hollywood filmlerinde sıkça rastladığımız üzere federal devlete bağlı görevliler(federaller) ile yerel güçler (mesela eyalet polisleri), sık sık takışır. Zira zamanında 13 koloni devletinin bir araya gelerek oluşturduğu A.B.D. Bir federal devlettir. Alışıla geldiği üzere merkezi federal devlet başta dış politika olmak üzere bazı konularda yetkili iken, federe devletler olan eyaletler kendi eyalet sınırlarında kanun yapmak dahil birçok geniş hakka sahiptir. Bu da birbirinden a ayrı otoritelerin varlığını beraberinde getirir.

 

Otonom muhtarların özerkliği

Peki özerklik bunun neresinde? Özerklik kelimesi,  kendi anlamına gelen “öz” ile güç, iktidar anlamına gelen “erk” kelimelerinden meydana gelen bir birleşik isimdir. Tam olarak Batı dillerindeki “otonomi” kelimesini karşılar, kendi kendini yönetebilme anlamına gelir. “Otonom” da Antik Yunanca’da “autos” ve “nomos”, yani kendi ve yasa kelimelerinin birleşiminden oluşur.

Otonomi ya da özerklik hemen federal bir yapıyı çağrıştırır, gerçekten de federe devletler, değişebilen oranlarda özerkliğe sahiptir, bazı yetkileri kendi bünyelerinde toplamışlardır. Ancak bu, üniter devlette özerklik olmayacağı anlamına gelmez; hukuki zeminde devam eden ayrılık hareketlerin güçlendiği İngiltere ve İspanya üniter devletlerdir. Yine de İskoçya ve Katalunya Bölgeleri hali hazırda büyük ölçüde özerklikten faydalanmaktadır. Devletin özerk siyasi birimlere sahip olması üniter olma özelliğiyle çelişki göstermez.

Özerklik kendini yönetebilen anlamı itibariyle devletlerin de sahip olduğu bir niteliktir, eski Türkçe’de bu kavram için muhtariyet kelimesi kullanılır. Muhtar, aynı zamanda kendini yönetebilen, özerk anlamına gelir.

 

Prens Sabahattin ve Adem-i Merkeziyetçilik

Özerklik ifadesinin hayata geçmesi, devletin idare biçimiyle doğrudan alakalıdır. Devletler özellikle 20. yüzyılda ve günümüzde süregiden bir şekilde, idari sebeplerden egemenliğini yerel temsilcileri (mesela valiler) yoluyla , ve bazı yetkileri yerel düzeyde teşkil edilmiş idari birimler aracılığıyla (mesela il genel meclisleri) kullanmayı tercih etmiştir. Çok ufak (Monaco, Andorra gibi) devletler hariç üniter yapının tam anlamıyla hayata geçmesi fiziksel olarak imkansızdır. Devletleri yetkilerin merkezden dağıtılması olarak tanımlayabileceğimiz “decentralisation”a iten sebeplerden en önemlisi budur. “Decentralisation” Türkçe’de “adem-i merkeziyetçilik” olarak geçer.

Jön Türkler’in liberal kanadının düşünce lideri Prens Sabahattin tarafından ilk defa dile getirilen “adem-i merkeziyet”; merkez yokluğu, merkezsizlik anlamını taşır.  Dolayısıyla tek bir merkezin tüm ülke topraklarında kesintisiz olarak yönetmediği bir idare biçimini işaret eder. Günümüzde bu kavramı ifade etmek için daha ziyade yerinden yönetim tabiri kulllanılmaktadır. Federalizm ile karıştırılmamalıdır çünkü egemenlik yine tek bir merciye aittir, ancak o merkez isterse ve istediği oranda yönetim yetkileri yerel birimlere devredilecektir.

Yine bugünlerde sık sık duyduğumuz Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı (İng. European Charter of Local Self-Government; Fr. Charte Européenne de l’Autonomie Locale), adem-i merkeziyetçilik sürecinin bir parçası olarak değerlendirilmelidir. Anlaşmada demokrasi ve idarenin etkin bir biçimde işlemesi için yerel organların oluşturulması, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve halkın kendi idaresini ilgilendiren konulara katılımı öngörülmektedir.

 

Kendi kaderini tayin eden uluslar

Bir halkın bağımsız bir devlet kurmak dahil, istediği devlete bağlı yaşama hakkını ifade eden ulusların kendi kaderini tayin hakkı (İng. self-determination), bu anlamıyla 20. yüzyılda, sömürge devletlerin(sömürgeci devletlerin değil) sömürgelikten kurtulma sürecinde ortaya çıkmıştı. Bu hak uluslararası hukukukta aslen sadece sömürge devletler için öngörülmekteydi. Ancak Sovyetler Birliği ve Yugoslavya’nın dağılması sırasında bu hakka dayanarak bağımsızlığını ilan eden devletlerin uluslararası toplum tarafından kabul görmüş olması, ulusların kendi kaderini tayin hakkının federal devletin bir parçası olan federe devletler için de söz konusu olabileceğini gösterir.


Son olarak “kanton” kullanımına da değinmek istiyorum. Bugün bir federal devlet olan İsviçre tarihsel olarak çok sayıda kantonun bir araya gelmesinden oluşan bir konfederasyondu. Kanton deyince akla doğal olarak kelimenin doğduğu İsviçre gelse de, günümüzde bir çok ülkede federe devletlere veya üniter devlet içindeki idari birimlere kanton denmektedir. Suriye’de oluşan de facto özerk bölgede oluşan idari birimlere kanton denmesinin altında ise, etkin bir demokrasi örneği olan İsviçre’ye öykünmek, doğrudan demokrasi deneyimini vurgulamak veya federalizm hedefini işaret etmek nedenlerinden bir veya birkaçı yatıyor olabilir.

 

Zurnanın zırt dediği yer

Tekrar özyönetime gelmeden önce, bu yazıyı herhangi bir görüşün değirmenine su taşımak amacıyla değil; hangi görüşte olursanız olsun, bu konuda daha sağlıklı bir düşünme ve tartışmaya naçizane katkı sağlamak için yazdığı belirtmek isterim.

Özyönetim son günlerde sıklıkla gündeme glen bir kelime, aslında genel olarak “özerklik” ile aynı anlama geliyor, belki geçmiş tartışmaların gölgesinden kurtulmak için özerklikten farklı yeni bir terim üretmek ihtiyacı duyulmuş olabilir. Ya da daha kolay anlaşılır bir kelime olduğu için daha çok tercih ediliyor olabilir. Başka bir ihtimal, İngilizce “self-government” kelimesinin birebir çevirisi olan özyönetim, uluslararası bir anlaşmaya, mesela Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na atıfta bulunmak için de kullanılıyor olabilir. Sebebi ya da sebepleri ne olursa olsun, özyönetim tabirinin kesin sınırları çizilmiş bir hukuki statüyü işaret etmekten ziyade, belli temel değerlere dayanan ve zamanla ana hatları ortaya çıkacak bir tasarıyı tanımladığını söylemek daha doğru olur.

Türkiye sınırları içindeki Kürt bölgeleri için yerel özerklik ya da eski tabirle mahalli muhtariyet, hayata geçmeyen Sevr Anlaşmasında da öngörülmüştü. Daha sonra Türkiye Devleti’nin ilk anayasası 1921 Anayasası’nda yerinden yönetime ağırlık verilmiş, seçimlerle oluşan kurumlara sahip yerel idari birimlerin mahalli muhtariyeti (yerel özerkliği) tanınmıştır.*

Bugün halen federal veya üniter olsun çok sayıda devlet bünyesinde özerk birimler varlığını sürdürmektedir. Bu siyaseten özerk yapıların varlığı kimi zaman ayrılıkçılığı besleyebildiği gibi, kimi zaman da toplumsal barışa katkıda bulunarak devletlerin ömrünü uzatmaktadır.

 

*Bülen TANÖR, “Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri”, s. 264-265

Kült film

Geçen gün bir forumda rast geldiğim yanlış bir kullanım üzerine, kült film tabiri ve kullanımları üstüne iki kelam etmek istedim.

Kült film deyince sıklıkla iyi film, klasik film anlamları geliyor akla, gerçekten de kült filmler genellikle klasik filmlerdir . Ancak bir filmin ya da genel olarak bir eserin kült olması için iyi olması gerekmez, hatta istisnai derecede kötü bir eser de kült statüsüne girebilir.

Her sakallıya tapınılmaz

Öncellikle kült nedir (film nedir diye açıklamaya gerek yok sanırım) kült etimolojik olarak, Latince “tapınma” anlamına gelen cultus‘den gelmektedir. Yine Latince “bakmak, yetiştirmek” anlamına gelen colere’den türemiştir. Bugün Türkçe’de kullandığımız ve tarım anlamına da gelen kültür kelimesinin kökeninde de colere yatar . Ünlü Roma konsülü düşünür Çiçero dini tanımlamak için “cultus deorum” tabirini kullanır. Yani tanrılara, ve genel anlamda onların tapınaklarına, bakmak, onları umursamak; onlara hak ettikleri özeni, saygıyı göstermek.

“Kült”, günümüzde, tapınma anlamıyla hemen tüm Batı dillerinde yer alsa da, İngilizce’de zamanla daha özel bir anlam kazanmıştır. Popüler kültürdeki yaygın kullanımından önce kült, genele aykırı, sıradışı dini inançlar ve buna inanan grupları betimlemek için kullanılmaya başlanır. Amiyane tabirle “sapkın” olarak nitelendirilebilecek bu inançlar farklı olmaları itibariyle “kült” kendiliğinden olumsuz bir anlama kavuşur. Öyle ki ABD’de Mormonlar için kült ifadesini kullanan bir yetkili seçim kampanyasından istifa etmek zorunda kalmıştır*. Bu konuyla ilgilenen bilim insanları ve araştırmacılar yeni ve “politically correct” bir kelime bulmak zorunda kalırlar, bu tür “farklı” dini gruplar ve inançlar için İngilizce’de New Religious Movements ,yani Yeni Dini Hareketler,  ifadesi tercih edilmektedir.

Liderin karizma olanı makbuldür

Karizmatik bir liderin kişiliği çevresinde şekillenen kültler, otoriter bir yapıya sahiptir. Eleştiri kabul edilmediği gibi, külü terkedenler kötülenir ve şeytanlaştırılır. Liderin her söylediği doğru kabul edilerek müritler üzerinde baskıcı bir ikna süreci işletilir. “Kült”, sosyolog Max Weber’in ortaya attığı ve yaygın olarak kullanılan karizmatik otorite ile totaliter yönetimlerin liderlerinin dayandığı kurumlardan biri olan lider veya kişilik/kişi kültünde de karşımıza çıkar.  Kültte söz konusu olan;abartılı bir bağlılık, olağandışı bir hayranlıktır.

Kültün oluşum sebeplerine girmek fazla iddialı olur, ancak kilit öğenin aşırılık olduğunu söyleyebiliriz. Kült film, popüler kültüre yerleşmiş bir söylemdir ve “kült” kelimesinin İngilizce’de yer alan yaygın kullanımından  gelen abartılı bir beğenme, aşırı hayranlık anlamlarını barındırır. Kült bir film ya da başka bir sanat eseri illa ki sıradışı güzellikte olmak zorunda değildir, kült tanımı için gereken daha ziyade hayranlarının bağlılığıdır.

*http://www.telegraph.co.uk/news/worldnews/northamerica/usa/8954976/US-Election-2012-Newt-Gingrich-aide-resigns-after-calling-Mormonism-a-cult.html

Vakvak Ağacı

Vaka-i Vakvakiye, yani Vakvak Olayı, bu  ismi lise tarih kitabında görüp de merak etmeyen var mıdır acaba. Akla hemen  ördekler  gelse de, bana her zaman Vakvak Amca namı diğer Donald Duck çağrışımı yapardı, Vaka-i Vakvakiye aslında elim bir tarihi olaya verilmiş addır. Yani ördekle falan alakası yoktur, ya da yok mudur?

Dallarda kelleler

1656 senesinde vuku bulan olayda, her zamanki gibi durumlarından memnun olmayan yeniçeriler sarayın kapısına dayanır ve ellerindeki listedeki devlet adamlarının kellesini isterler. Neticede 14 yaşındaki IV. Mehmed karşı çıkmaya çalışsa da boyun eğecek ve saray ağası dahil 30 devlet adamı ağaçta sallandırılacaktır. Bu manzara, Türk-İslam mitolojisinde geçen  ve meyveleri insan kellesi şeklinde olan Vakvak ağacını andırdığından Vakvak Olayı diye anılır.

Gerçekten de vakvak ağacının Türk, Hint, Fars ve Arap mitolojilerinde bahsi geçer, kimi zaman Kaf Dağı’nın ardında, kimi zaman Hindistan’da; anlatan gezgine göre değişen ama hep uzak diyarlarda yer alır. Değişik kaynaklarda değişik şekillerde betimlenen bu garip ağaç, Vakvak adası ya a Vakvak Dağı’nda yetişir;  dallarında çıkan insan kafası şeklinde meyveler ses  çıkartabilir, hatta kimi zaman konuşup kehanetlerde bile bulunurlar.

Hindistancevizinden kafalar

Vakvak ağacı mitinin çıkış coğrafyası olan Hindistan’da, Hindu ritüellerinde hindistan cevizinin insan kafası yerine kurban edildiği varsayılır. Pasifik ve Çin mitlerinde de hindistan cevizinin insan kafasından geldiğine dair hikayeler mevcuttur.  Aslına bakarsanız hindistan cevizinin İngilizcesi olan “coconut” Potekizcede günlük dilde “kelle” anlamına gelen “coco” ya da  “côco” yani “balkabağı kafalı umacı” kelimelerinden gelmektedir. Gerçekten de hindistan cevizinin insan kafasına olan benzerliği sadece bu meyvenin yetiştiği coğrafyada yaşayanların değil; onunla ilk tanışan Avrupalılar olan Portekizlilerin de dikkatinden kaçmamıştı. Bu benzerlikten ötürü vakvak ağacının hindistan cevizi ağacı olabileceği ihtimalini göz ardı etmemek gerekir.

Basralı Hasan’ın Vakvak’la imtihanı

Ünlü İngiliz doğabilimci, antropolojist ve gezgin Alfred R. Wallace’ın bu konudaki teorisi ise daha değişiktir. Wallace 1904 yılında yayınlanan makalesinde*  Binbir Gece Masalları‘ndan Basralı Hasan’ın öyküsünde geçen vakvak ağacı tasvirinden yola çıkar ve kendisinin o bölgedeki seyahatlerine dayanarak ulaştığı sonucu yazar: Hasan’ın  Bağdat’ta başlayan yolculuğunu izleyen Wallace, onu İran ve Orta Asya üstünden Çin’e, oradan Malay Takım Adaları’na kadar takip eder. Yolculuğu hikayede Vakvak Adaları olarak geçen yerde sonlanır. Wallace’a göre burası Endonezya civarındaki Aru Adalarıdır.

Hasan’ın hikayesinde  bu adada yer alan Vakvak Dağı’ndaki ağacın dalları insan kafası gibidir ve güneş doğdu mu “vak vak” diye bağırırlar. Daha bu hikayeyi okumadan önce Wallace kendi Malay seyahatini anlatırken “tan ağırmadan ormanda yankılanan yüksek bir wawk-wawk-wawk sesi duyduk. Bu kahvaltısını arayan Büyük Cennet Kuşu‘nun (Great Bird of Paradise) sesiydi” diye yazmıştı. Ona göre sabahları duyulan bu ses yalnızca yüksek değil aynı zamanda insan sesini andırır şekilde seri ve enerjikti, dolayısıyla kuş sesi olduğunun anlaşılmaması olasıydı.

İlginç ve detaylandırılmış bir teori doğrusu, acaba gerçekten de vakvak ismi bir kuşun ötüşünden mi geliyordu. Yani Vaka-i Vakvakiye isminin yaptırdığı ördek çağrışımı aslında beklenmeyecek kadar isabetli bir tahmine mi yol açıyor?

Egzotik bir fantezi edebiyatı dili olarak Türkçe

Geçen ay çerezlik bir fantezi romanı alayım dedim, şöyle kılı kırk yarmadan bir kitap, daha doğrusu bir seri seçtim. Daniel Abraham’ın Coin&Dagger serisinin ilk kitabı olan “The Dragon’s Path”. Kitap muhteşem değil ama okunuyor, zaten derdim kitap yorumu yapmak da değil.

Hemen daha kitabın başlarında hikayenin geçtiği evrendeki ırklardan birinin adının “kurtadam” olduğunu görüyoruz. Bu ırk bildiğimiz kurt adam olmasa da, kıllı, postlu insani bir yaratık.  İsmin tesadüfen seçilmediği kesin ancak yazarın Türkçe’ye özel bir merakı olduğunu anlamam için biraz daha ilerlemem gerekti.

Kitabın ana kahramanlarından birinin okuduğu eski bir metinde geçen bir yer adı “Sinir Kushku”, ki romanda gayet önemli bir yer,  Daniel Abraham’ın Türkçe kelimeleri kullanma merakı konusunda bütün kuşkularımı yok etti. “Sinir Kushku” hikayede “The End of All Doubts” yani “tüm kuşkuların sonu” olarak çevrilmiş. “Kushku”‘nun “Kuşku” olduğu ilk bakışta anlaşılıyor, “Sinir” kelimesinin ise aslında “Sınır” yani “Son”, “En uç” olduğunu anlamak için ise biraz kafa yormak gerekebilir. “Tüm Kuşkuların Sonu” “The End of All Doubts”, bunun tesadüf olması imkansızdı.

Bu aşamada hemen Google’a başvuruyorum, eh az bilinir bir seri olmadığından bunu ilk keşfedenin ben olmadığım tahmin edilebilir. Gerçekten de twitter’da biri kitaplarındaki Türkçe kelimeleri rastgele me seçtiğini sormuş bile. Abraham’ın cevabı ise bence kaydadeğer,  “Kitapları favori şeylerimden ufak parçalarla inşa ediyorum ve Olağan Şüpheliler filmini *gerçekten* beğenmiştim.”.

Acaba hangisi daha şaşırtıcı, İngilizce bir fantezi romanında Türkçe isimler görmek mi, yoksa yazarın Türkçe’ye merakının klasik bir filmin merkezindeki karakter olan Keyser Söze’nin Türk olmasından gelmesi mi?

İçimizdeki Rumlar dışımızdaki Yunanlar

Bilmem hiç merak ettiniz mi, Türkçe’de Yunanları ya da Rumları  tanımlamak için niye 2 farklı kelime kullanılır.

Diller toplumlarla beraber yaşayan, gelişen ve hatta ölen organizmalar olduğundan bu sorunun cevabı da toplumumuz geçmişinde saklıdır. Orta Asya’dan gelen Türk boyları Anadolu kapılarına dayandığında Anadolu’nun hakimi Bizans yani Roma İmparatorluğu’nun ardılı olan Doğu Romaydı.

Türkler Anadolu’yu doğal olarak Rum diyarı yani Rum-ili, Rumeli olarak adlandırıyordu. Rum ismi Roma kökenine dayanır, hatta Bizans’ı ortadan kaldıran 2. Mehmed ünvanlarının arasına Kayser-i Rum, yani rumların kralını da katmıştı. Bizans’ın gerilemesi ve Türklerin Anadolu’ya yerleşmesiyle artık bu topraklar Rum diyarı olmaktan çıkar ve Rumeli, Boğaz’ın öte yanı, yani Balkanlar için kullanılmaya başlanır.

Zaman içinde Osmanlı’nın Balkanları ve ötesini de topraklarına katmasıyla Rumlar tamamen Osmanlı hakimiyeti altına girmiş ve Rumeli anlamını kısmen yitirerek bir bölgenin ismi olarak yerleşmiştir.

Yunan kelimesinin yükselişi Antik Yunan’ın yeniden keşfiyle doğru orantılı; Osmanlı’nın gerilemesiyle ters orantılı gelişmiştir. Osmanlı İmparatorluğu sistemine dahil bir Rum milleti vardı, ancak zamanla bundan ayrı hatta iddia edilebilir ki buna zıt bir bağımsızlık hareketi gelişmişti.

Germanos, Metropolitan of Patras, Blessing the flag of Revolution, Theodoros Vryzakis, 1865, 16,4x1,26m, oel on canvas. National Art Gallery and Alexandros Soutzos Museum, Athense? ??e???d??? S??t???

Sebepleri çeşitli de olsa,  Osmanlı tebaasına dahil olan Yunan milletinin  bir kısmı artık Osmanlı boyunduruğu altında yaşamak istemeyince, dahası Osmanlı’yla savaşarak bağımsızlığını elde edince onları sadık Rum milletinden ayırma ihtiyacı doğar. Yunan ulusunun kendi devletini kurarken kadim kökenlerine yönelmesinin, kendilerini Antik Yunanla tanımlamalarının da etkisiyle, bir Antik Yunan medeniyeti olan İyonyalılardan türetilen “Yunan” kelimesi tedavüle girer.

Burada şahsen ilginç bulduğum zihinlerde Rum-Yunan ayrımı yapılırken Kıbrıs’ın Rum tarafında bırakılmış olmasıdır. Nitekim geçmişte olduğu gibi bugün de Kıbrıs Yunanları değil, Kıbrıs Rumları deriz.

Elinizde Yunan kelimesinin ilk kullanımlarına dair bir kaynak ya da bilgi varsa lütfen paylaşın.

Bir kız ismi olarak öküz ya da alfabenin kökeni

Bugün Türkiye’de yaygın bir kız ismi olarak kullanılan Elif, Arap Alfabesi’nin ilk harfidir. Peki Arap Alfabesi’nin ilk harfi nasıl ilk harf olmuştur?

1 Kasım 1928’den bu yana Türkiye’de Arap Alfabesi yerine Latin Alfabesi’nin kullanılıyor. Latin Alfabesi’nin ilk harfi ise “a”’dır. Latin Alfabesi yani Roma İmparatorluğu’nun alfabesi ile zamanında Doğu’nun en ileri medeniyeti olan Arapların oluşturduğu alfabe ilk bakışta söyleniş, şekil hatta yazım yönü olarak birbirinden farklı, iki ayrı alfabe olarak görünür.

Tarihin ilk emperyal İmparatorluğu olan Roma ileri bir hukuk ve yönetim sistemiyle bilinen dünyanın çoğuna hükmetmiş, bugün Batı dillerinin çoğunun bazı değişikliklerle kullanmaya devam ettiği alfabeyi yani Latin Alfabesini oluşturmuşlardı.

Romalılar Latin Alfabesi’nin yoktan var etmemiş, büyük oranda Yunanlardan devralarak geliştirti. Roma İmparatorluğu’nda yerel dillerin yanı sıra Yunanca da kullanılmaya devam etmişti. Öyle ki Roma İmparatorluğu ikiye ayrıldığında Bizans olarak da bilinen Doğu Roma’nın resmi dili Yunanca olmuştu.

Akdeniz Havzası’nda yani medeniyetin en yoğun olduğu coğrafyada özellikle de denizciler ve tüccarlar arasında iletişim Yunanca’yla yapılıyordu. Yunanca ortak konuşma lisanı görevi gören herkesin az-çok bildiği bir dildi. Alfabe kelimesi bile Yunanca’nın ilk iki harfi olan “Alfa” ve “Beta”dan gelir. Yunanca’da “a” ve “b” seslerini temsil eden bu iki harf, aslında Akdeniz’i boydan boya kolonilerle donatarak gelişmiş bir ticaret ağı kuran Fenikelilerin mirasıydı. Fenikeliler öküze “alef”, eve de “bet” diyorlardı, yani çok basit olarak o zamanın insanlarının günlük hayatında önem taşıyan iki şey, iki kavram, iki kelime alfabenin ilk iki harfini oluşturmuştu.

Bir kez daha Alfa-Beta’ya geri dönelim, Yunanca’da “a” ve “b” sesini temsil eden bu iki harf, aslında Fenike Alfabesi’nden geliyordu. Fenikeliler öküze “alef”, eve de “bet” diyorlardı, yani çok basit olarak o zamanın insanlarının günlük hayatında önem taşıyan iki şey, iki kavram, iki kelime alfabenin ilk iki harfini oluşturmuştu.

Belki de Eflatun’un iddia ettiği gibi gerçekten de Fenikeliler için para aşkı önemli bir itici güçtü. Sebebi ne olursa olsun M.Ö 1300’lü yıllarda bugünkü Lübnan civarında tarih sahnesine çıkan Fenikelilerin alfabeleri o kadar kullanışlıydı ki, bir takım değişikliklerle sayısız medeniyet tarafından kullanılacaktı. Günümüzde Fenike alfabesine en yakın alfabe İbranice’de kullanılır, ancak bir diğer komşu kültür olan Arapların alfabesinde de izlerini rahatça görebiliriz. Bugün bir isim olarak kullanılan Arap Alfabesinin ilk harfi “elif”- “alef” örneğindeki gibi, ancak iki alfabe arasındaki benzerlikler burada bitmez; beth-be, lamedh-lam, mem-mim, nun-nun, vav-vav gibi birçok harfin okunuşunda takip edilebilir. Sağdan sola yazılmak Arapça’ya has değildir, zira Yunanca da M.Ö. 5. yüzyıla kadar bu şekilde yazılmaktaydı.

Ve tesadüf müdür bilinmez Vikinglerin rünlerle yazılan alfabesinin ilk harfi olan fehu da öküz anlamına gelmektedir.